21 Temmuz 2011 Perşembe

Halkın Takımı, Halkın Umudu, Halkın Dostu

Fenerbahçe’nin genç jenerasyonu, körpe hayatında sadece Aziz Yıldırım imzalı malî restorasyon dönemine şahit olduğu için Fenerbahçe’nin büyüklüğünü kulübün zenginliğiyle alâkalı bir tanımlama sanır. Bir de belki kulağına çalınan bazı Kurtuluş Savaşı hikayeleriyle bağlantı kurar.
Oysa ki Fenerbahçe'nin büyüklüğü ifadesi; küçük bir semt takımının kurulduktan sonra hızla ulusal bir fenomene dönüşmesi sürecinden ve ülkenin gelmiş geçmiş en popüler spor kulübü haline gelmesinden kaynak bulur. Bu popülerliğin asıl temellerinin atılışı ise 1959 öncesi dönemdedir.
Bu dönemde kulübe ve oyuncularına dair sayısız efsanevî anekdot anlatılır. Ancak asıl efsanevî olansa futbol takımının tartışılmaz başarısıdır.



1924-1951 yılları arasında Türkiye Amatör Futbol Birinciliği ile Milli Küme müsabakalarında Fenerbahçe hâkim takım konumundadır. Bu sıralarda Anadolu’da sivrilen oyuncuların büyük kısmı Fenerbahçe’de alır soluğu… Profesyonelliğe geçişten sonra da etki gücünü ve başarısını muhafaza eder takım.
Seksenlerin ortalarına kadar süren ‘halk takımı’ olabilme özelliği biraz da bu başarılarla orantılıdır. En iyi oyuncuların ve derecelerin toplandığı, bir futbol standardıdır Fenerbahçe. 1959’daki ilk profesyonel lig maçlarında Mithatpaşa Stadı’da küçük maçlarda 15 bin, derbilerde 25 bin kişiye oynamaktadır. “Fenerbahçe çelik çomak oynasa stadı doldurur” lafı da herhalde bugünlerden gelme. Bu dönemden 1980’lerin ortalarına kadar da takımın genel düzeninde bir değişim olmaz. Popülerliği sürüyordur, Beşiktaş ve Galatasaray’la birlikte Türkiye’deki futbolu domine etmektedir. Hem ülkesiyle hem halkıyla o denli bütünleşmiş o denli popüler olmuştur ki, bir Galatasaraylı yazar tarafından ortaya atılan “Fenerbahçe Cumhuriyeti” tabiri kimseden bir itiraz görmemiştir.
Yetmişli ve seksenli yıllara doğru Fenerbahçe kimliğinde bir değişim yaşanmaya başlanır. Özellikle de seksenlerde. Grupların çekişmeleri, heveskar zenginlerin kulübün popülerliğinden istifade etme tutkuları ve giderek bozulan mali dengeler, kulübün değişen şartlara göre organize olabilme kabiliyetini yitirmesine yol açıyor bu dönemde. O dönemin tanıklarından Onur Kayador şöyle anlatıyor bunu:
‘‘FB tarihinde ilk defa 1980'de borçlu kasa çıktı. Müteahhit başkanlar modeli böyle başladı. Özal’lı yıllarda, futbolu bilmeyen ama cebinde parası olan insanlar takımı yönetmeye kalktı. Paralı başkanlar, etraflarındaki dalkavuklarla yönettiler. FB Başkanlığı reisicumhurluk gibi bir şey. Her gelen başkan hemen 10-15 adamı değiştiriyor. Takımda ne iskelet kalıyor, ne de genç takımdan yetişen futbolculara şans veriliyor! Günlük başarının peşinde koşan insanlar ortaya çıkıyor." [1]
Arada birkaç başarılı takım kuruluyor ancak 80'lerin ortalarından itibaren Fenerbahçe'nin lig şampiyonluklarının arasına alışılmadık uzunlukta süreler girmeye başlıyor. Başkanlar, kimileri çok da iyi insanlar olmalarına rağmen, istikrarlı bir tablo çizemiyorlar.
Beşiktaş Süleyman Seba döneminin altın jenerasyonuyla, Galatasaray ise 2000'li yıllardaki atağıyla popülerliğini arttırıyor. Her iki kulübün de bu dönemsel çıkışlarında belli ölçüde organizasyonel bir başarı yatıyor. Seba döneminin Beşiktaş’ı, istikrarlı ve bütünlüklü bir portre çiziyor. Galatasaray ise Derwall’le birlikte bir sistem inşa etmeye başlıyor. Ve bunun meyvelerini aldığı 2000-2004 arasında büyük sıçrama yapıyor. Bu yıllarda bahsettiğimiz bu iki takım çekişiyor.
1985-2001 arasında Fenerbahçe’nin ise iki şampiyonluğu var sadece, Türkiye kupası ise, hiç yok. Neresinden bakılırsa bakılsın kulübün tarihindeki en karanlık dönem. İşte Fenerbahçe bu ara dönemde adeta eridi. Hâlâ en popüler olandı, hâlâ etkinliği en fazla olandı, ancak kulüp kurumsallaşarak değil, kişilerin popülerliği üzerinden yüzeyselleşerek devam ediyordu yoluna. “Fenerbahçe o yıllarda Türkiye'nin Maksim Gazinosu'ydu.. Ve sahneye de hep en iyiler çıkardı”. O yılarda kulüpte büyük etkinliği olan hatta on yıllarca kulübün gizli sahibi gibi davranan Semih Bayülken genel kulüp vizyonunu şöyle anlatıyordu:
'Biz Fenerbahçe'yiz. En iyileri almak zorundayız. Çünkü taraftar böyle istiyor...' 
Gerçekten de Fener yıllarca Türkiye'nin Maksim Gazinosu oldu. En iyiler hep Kadıköy'de sahne aldı”.[2]

1988-1989 sezonu

Ancak sistemsizlik ve iç çekişmeler o denli ileri bir boyuttaydı ki bu ‘en iyi’ assolist oyuncular, sistemsiz bir yapılanma içinde harcanıp gidiyorlardı. Takım bir oyuncu ve teknik direktör öğütme makinesi haline gelmişti. 1993-2003 yılları arasında gelen 38 yabancı oyuncudan sadece Uche ile Högh bir iz bırakabilmişti. Kulüp bu süreçte yıllarını kaybetti.
Dünyada futbol gelişirken ve sistem takımları yükselişe geçmişken Fenerbahçe istikrarsızlığın romanını yazmaya devam ediyordu. Düşünün ki ‘en iyi’leri alan Fenerbahçe’nin antrenman sahası 1998 yılına kadar iki barakadan ibaret olan Dereağzı Tesisleri’ydi. ‘En iyi’lere sunulan çalışma ortamı buydu.
Bu düzensizlik kulübün mali yapısına da yansımıştı.Yönetim krizleri, borçlar, gelir gider dengesizlikleri... Yıllardan beri Türkiye’de enflasyon nasıl aşağı çekilemiyorsa, Fenerbahçe’de de borçlar bir türlü sıfırlanamıyordu.  On iki yıl aradan sonra şeref sözü vererek ‘borçsuz bir Fenerbahçe’ vaadiyle Bodrum’dan kalkıp Fenerbahçe’ye el koymaya gelen Ali Şen, iki trilyon liralık bir borç batağının içine giriyordu mesela. Şen, kulübe gelir maksadıyla “anahtarlık, tesbih, atkı, parfüm pazarlıyoruz, borsaya giriyoruz, Fener Hayat Sigortası ile çok büyük gelir elde edeceğiz” diyedursun; ‘Parayı başkaları veriyor, düdüğü Ali Şen öttürüyor’ diyen gruplar ise, rejim değişikliği istiyorlardı.”[3]
Yani hem sportif başarısızlık vardı, hem maddi başarısızlık, hem grupların cadı kazanı kaynıyordu hem de sistemsizlik bir sistem hâline gelmişti.
En kötüsü de kulübü kendisi kılan değerlerin erozyonuydu. Bu dönemde halkın takımı, halkın bir kısmının takımı haline gelmeye başladı, takım başarısızlık, istikrarsızlık ve hizipçilik sembolü oldu. Vakar kaybolmuştu ve başa gelenler de Fenerbahçe büyüklüğünü hissettirecek cesametten uzaklardı. Ve maalesef Anadolu'da da Fenerbahçe'ye karşı, suçlayıcı, tahkir dolu tepkiler oluşmaya başlamıştı. Bugünkü Fenerbahçe düşmanlığının ilk köklerini belki de oralarda aramak gerekiyor.
O karanlık 15 yıl boyunca aynı şeyler tekrarlanıp durdu Fenerbahçe’de, uzun zaman değişen bir şey olmadı. 1989 şampiyonluğu vardı gerçi ama, o da bir vaha gibi algılanır o dönemi yaşamış Fenerliler için. Çölde vaha güzeldi, ama sonrasında yine çöl uzanıyordu alabildiğine.
Oysaki daha baştan semt takımı olmaktan çıkıp, ulusal bir fenomene dönüşen bu takımın ülke çapında organizasyonunu yapmak ve buna uygun maddi altyapıyı kurmak bir zorunluluktu. Ama gücün şehvetine kapılarak Fenerbahçe’yi idare eden hizipler ve onlara yaslanarak başkan seçilen paralı isimlerin bunu gerçekleştirebilecek bir vizyonu yoktu. İyi niyetlerin önünü ise, medyayla iç içe geçmiş popülerliğin cadı kazanı kesiyordu.
Seksenli ve doksanlı yıllar boyunca Fenerbahçe düzelmeyi başaramadı. Özellikle hiziplere bölünmüş olma hâli, topyekün bir dönüşümü imkânsızlaştırdı. Takımı sistem ve değerler üzerine değil, para ve popülerlik üzerinden başarıya götürme formülleri geçiciydi ve başarısız oldu. Kulübün tarihsel mirasını hafızalarda canlı tutacak bir söylem geliştirilemedi. En kötüsü de taraftar sayısı inanılmaz bir hızla erimeye başlamıştı. O dönem kimse bunun farkında değildi, sonradan ortaya çıkacaktı.. Başarıdan uzaklık ve zengin heveslerin oyuncağı olma hâli, Fenerbahçe’nin “halkın takımı” olma özelliğine darbe üstüne darbe vuruyordu. Buna kulübün bazı yöneticilerinin itici söylemleri de sebebiyet veriyordu. Evet, 1990’ların artık, sonuydu, “halkın takımı” Fenerbahçe, kendi misyonundan uzaklaşıyordu ve bu erozyon bir on yıl daha sürseydi kim bilir neler olacaktı?
Neyse ki sürmedi ve 2000’li yıllarla birlikte bu lanetli erozyon durdu, kulüp ipleri yeniden eline almaya başladı. 2000’lerden sonra tüm bu sorun alanları tek tek temizlendi. Aziz Yıldırım’ın başkanlığı sonrası makûs talihi değişti Fenerbahçe’nin. Kongre üyelerinin sayısı arttırılarak grupların camiadaki ağırlığı azaltıldı. Tesisleşmede çok önemli adımlar atıldı. Yıllar içinde yalpalamalar olsa da transferler, oyuncu jenerasyonları ve teknik direktörler anlamında belli bir istikrar yakalandı. Amatör branşlar yükselişe geçti. Ve bazı araştırmalara göre de Fenerbahçe taraftar sayısını yeniden yükseltmeye başladı. Bu arada sportif başarılar da arttı, artmaya devam ediyor.
80’lerin ölümcül hastalıklarının pek çoğunu bitirdi başkan ve yönetim. Malî gücü, sportif ve organizasyonel başarısıyla kulüp yeniden yükselişe geçti buna kuşku yok..
Ancak bu dönemde de 80’lere doğru erozyona uğrayan “halkın takımı” olma misyonunda, kaybedilen mevzileri geri kazanmaya dönük doğru adımları bir türlü atamadık.
Malî ve sportif başarıyı tamamlayıcı adımları: Erdem’i övmeyi, değerler’e sahip çıkmayı, tarihsel miras’ı özümsemeyi, büyüklüğün olmazsa olmazı tevazuyu... Ve pek tabii bir de halka yakın olmayı… En çok da bunu...
1988-1989 sezonu acilisi


Çünkü bizim kulübümüzün asli misyonu daimî olarak budur: halkın takımı, halkın umudu, halkın dostu olmaktır. Fenerbahçe tarihindeki her olumlu anekdotun, her ibretlik hatıranın altında bu tema yatar, bu anlam belirir. Başka hiç bir açıdan bu tarih anlamlı bir yere bağlanamaz. Bundan uzaklaşmak Fenerbahçe'nin kendisinden uzaklaşmaktır. Her türlü elitizm benliği bölmektir, kendini parçalamaktır. Fenerbahçe için aslolan halktır.
Ne halk Fenerbahçe'siz yapabilir,  ne de Fenerbahçe halksız; o halde bizim için aslolan halkın kadîm değerleri olmalıdır:
Son otuz yılımızda 'tevazu' örneğin, uçup gitmiştir bizden kuş misali: “17’e karşı 1” hamakatine ses çıkarılmayarak.
Sonrasında 'hakkaniyet' de göçmüştür uzak diyarlara: ‘Elle atılan gol' bile, afiyetle hazmedilerek.
'Sevgiyi paylaşmak' unutulmuştur, taraftarlık ‘sadece zengin olanlara’ has kılınarak…
Bunların hepsi, içinden çıktığımız halka bizi yabancılaştırmıştır. Damarımızı kurutmuştur.
Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim edelim, kısa tarihsel özetimizde de etmeye çalıştık. Fenerbahçe’nin hangi uçurumdan döndüğünü hatırlattık. Fenerbahçe’nin hâlihazırdaki başkan ve yönetiminin kulübe kazandırdığı şeylerden bahsettik. Bir erimeyi ve küçülmeyi durdurup, kulübe tekrar eski cesâmetini kazandırmışlardır. Ve gerçekten Fenerbahçe’yi çok seviyorlar. Bu sevginin hatırına, bizim de onlara sevgimiz çok büyük. Bizim sevdiğimizi sevmeleri bile başlı başlına bir sadakat sebebidir. Ve davaları sonuçlanıncaya kadar onlara inanmak boyun borcudur.
Ancak Fenerbahçe “saçları uzamaya başlayan Samson” misali eski gücünü tekrar kazanırken, kulüp yönetimi halka yakınlaşmasını sağlayacak adımlar atması gereğini idrak etmelidir. Kulübün kapılarını erdeme, tevâzuya, halkın dostluğuna açmalıdır.
Unutulmasın, 3 Haziran’da herkes sustuğunda; kulübün malı mülkü, tesisleri, büyükleri görünmez olduğunda, Fenerbahçe bir küçük kanarya misali ortada kaldığında, sokağa taşıp ona kanatlarının altına alan bu halktı, her şeyi göze alarak…
Fenerbahçeli yöneticilerin bilmesi gereken şey: Kâr değil, çıkar değil, fayda değil; bizim varoluş sebebimiz, hayat kaynağımız “halkın takım”ı olmaktır. O yüzden gelecek vizyonumuza da yön verecek en öncelikli şey budur.
Yıllardır taraftarın kulağında, kalbinde yankılanan bu sesi yönetimin duyması zamanı gelmiştir; Şimdi; “duyuyor musun ey yönetim: halkın ruhu da sana sesleniyor”[4]

Resimler: Alper Duruk Arşivi


[1] 18 Şubat 2000, Hürriyet
[2] 6 Haziran 2003, Akşam
[3] 1 Mart 1997, Aksiyon
[4] Fenerbahçe yönetiminin 21 Temmuz 2011 Shakhtar Donetsk maçı için hazırladığı duyurudan: Sen! Sarı-lacivert renklere gönül vermiş Fenerbahçeli. Günlerdir kulaklarında, kalbinde yankılanan sesi duyuyor musun? Fenerbahçe ruhu seni çağırıyor"


2 yorum:

  1. Gerçekten, laf olsun diye söylemiyorum, mükemmel bir yazı olmuş.

    YanıtlaSil
  2. mükkemmel çtesi olmuş desek daha doğru

    YanıtlaSil